Venedik ve Rotterdam Film Festivalleri dahil yirmiden fazla festivalde gösterilen ancak ülkemizde pek de fazla ilgi toplayamamış yerli bir film İki Çizgi. Dvdsinin arkasında İstanbul'da, kendinden yaşça küçük olan fotoğrafçı sevgilisiyle yaşayan bir kadının yaşamı ve bu çiftin çıktıları güney seyahatinde karşılaştıkları sorunlar vari bir şey yazıyordu. Filmin adı da iki çizgi olunca ben de bu tarz kültür çatışması vari bir şey sandım. Evet kültür çatışması işleniyor filmde ama, bu çiftin arasındaki çatışmayı aşmıyor. Güzel bir film. Çok başarılı demek doğru olmaz ancak Selim Evci'nin ilk filmi olduğu için çok da üzerine gitmemek gerek eksikliklerin sanıyorum. İki çizginin sembol olarak belirtildiği yer, ikili yola çıktıklarında önlerinden geçen çoban ve arkasındaki koyun sürüsüydü. Ben bu iki çizgi olayını bambaşka yorumlamış olabilirim çünkü filmden anladığım dvd nin arkasında yazanlarla örtüşmüyor. Bu nedenle yazım filmi tanıtmak değil, filmdeki olayları yorumlamak ü...
Weekend, eşcinsel filmlerinin geldiği noktayı görebilmemiz açısından oldukça önemli bir yapım. Tabii ben bu 'eşcinsel filmleri' lafından pek haz etmiyorum. Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde azınlıkların hoş görüldüğünü (bknz. hoş görmek) belli etmek için gazetelerin yaptıkları haberleri hatırlatıyor bana. O dönemlerde 'Büyükadalı Rumlar Derneği Türk Tariih Kurumu'na Beş Yüz Lira Bağışladı' gibi fantastik, bir o kadar da absürd haberler görmek mümkündü. Türk Tarih Kurumu'na bağış yapmayı geçtim, denecek söz bile bulamıyorum ama azınlıkları dışlamamak adına yapılan bu 'iyimser' hareketin aslında onları merkezden biraz daha öteye itelemekten başka hiçbir işe yaramadığı bir gerçek. Eşcinsel filmleri kategorimiz de işte tamamen bu şekilde. Bu filmer de kamerayla çekilmiyor mu? Oynayanlar insan değil mi? Ne bileyim, eşekler film çekmeye kalkışsa hadi kategorize et 'eşek filmleri' diye. Ama kullanılan malzemeler aynı, oynayanlar da insan, diğ...
Vals Im Bashir, Beşir'le Dans'ın İbranicesi. Bilemiyorum neden şu zamana kadar adını duymamıştım bu filmin. Sanırım Turgutreis Carrefour Express'de bir büyü var. Geçen sene de aynı dönemlerde sıcaktan bunalıp kendimi Karfur'a atmış, Gus Van Sant'in Elephant'ını satın almıştım. Bu sene de aynı metodu izleyerek birkaç film alayım dedim. Zaten topu topu on beş yirmi film var markette. Bir köşeye atılmış, beş liralık filmler bunlar. Terminatör, Maskeli Beşler gibi dvdlerin arasından yaptığım seçkilerse her seferinde beni daha da fazla şaşırtıyor. Vals Im Bashir ise 'Su Tunç'un en iyileri' bölümüne ilk beşten giriş yaptı bile. Benim dönemim ve benden bir iki önceki kuşak eminim ki Yahudi soykırımı ile ilgili filmleri izleyerek büyüdü. Piyanist, Schiller's List, Hayat Güzeldir diye devam eder bu filmlerin listesi. O kadar çoklar ki artık bir süre sonra insan bu filmler nedeniyle Yahudi soykırımına karşı duyarsızlaşmaya bile başlayabi...
Müzik konusunda hak ettiği popülariteyi bir türlü sağlayamayanlardan Fröberg. Oysa "When We Go to War" parçası benim açık ara "en iyiler"imden. İsveçli bu ağabeyimiz. Indie rock yapıyor ancak kullandığı alt yapılarla indie rockın artık keskinleşmeye başlamış sınırlarını aşıyor, başka bir forma sokuyor parçaları. Hakkında maalesef ki diyebilecek pek bir şeyim yok. Çünkü hakkında pek bir bilgi de yok. Olsun. O benim underrated Tobias'ım. Böyle olunca insan daha bir benimsiyor herhalde. İzlenen sayısı artınca seviniyorum vesselam..
Good Bye Lenin; Wolfgang Becker'in "şaheseri". Yalnzıca eski olan iyidir mantalitesiyle yaşayan insanlar var günümüzde. Artık her şeyin kirlendiğini, saflığını kaybettiğini düşünen, sinema sektörünün Hollywood yapımları yüzüdnen çökmek üzere olduğundan ykaınan miniminnacık bir kesimden bahsediyorum. Bu grup her ne kadar küçük ve 21.yüzyıl Türkiye'sinin genel- geçer doğrularına göre ötekinin de ötekisi kabul edilse de ben onlara hitabetmek istiyorum. -Yahu kafayı mı çırtlattınız siz? Bir bakın etrafınıza neler oluyor diye. Eski iyi güzel de, bizim şimdi yaptıklarımız da bir otuz sene sonrasının eskisi olmayacak mı? Hem mis gibi yapımlar da çıkıyor arada. (Hollywood konusunu açıp kendi sinirmi de bozamam. Amerikan bağımsız filmi güzeldir ama, izlenir.) Koskoca bir yapım var karşımızda: Good Bye Lenin. İşlediği konunun ilgi çekici olması, bir yandan tarih öğretirken bir yandan da bunu izleyicileri hiç sıkmadan, ufak anektodlarla vermesi, anne-oğu...
Maman est Chez le Coiffeur, yani "Anne Kuaföre Gitti". Cinsiyetinize ve hormonal durumunuza bakmaksızın size "Çocuk istiyorum. Çocuuk!" nidaları attırabilecek bir film. Film amacı aslında nüfusu artırmak değil. Hatta tam tersi. Son derece açık iki gönderme var filmde: "Öyle b*kuma çocuk yapmayın. Önce temelinizi sağlam oturtun." Sonuncu ve en önemli gönderme ise komşumuzun tavuğunun bize flamingo göründüğü, aslında hiçbir şeyin düşündüğmüz gibi olmadığı ve yetişkinler arasındaki çatışmaların cefasını çocukların çektiği yönünde. Şimdi yazarken bile içim bir şey oldu. Duygulandım. Mola vereyim iki dakika... Filmimiz bir Quebecois, yani Kanada Frankofonu ve 1966 yılının yazında geçiyor. İçinde yaşanılan evler, göl, yeşillikler derken bir yandan da size yaşadığınız karbondioksit, trafik ve bol bol bina dolu hayatı sorgulataiblir. Aman diyeyim. Sonra gaza gelip istifa filan etmeyin. Başıma kalırsınız. Bir annemiz var. Bir baba ve üç çocuk. Ba...
The Killing Fields, 1984 yapımı, 3 Oscar kazanmış, içimde bir şeylerin gark etmesine (evet evet gark. sesli mesli hem de) sebebiyet vermiş bir film. Eğer Kamboçya hakkında herhangi bir bilgiye sahip değilseniz, (herhangi bir bilgiye sahip olunmaması oldukça normal. Ama "Kamboçya da ne?" diyenlere buradan kocaman bir "Höh!" demek istiyorum.) Efendim, filmimiz aldığı ödülleri sonuna kadar hak ediyor. Bir yandan Khmer Rouge yönetiminin yaptığı katliamları ve isnanların yaşadıkları zorlukları anlatırken bir yandan da kurgusu kusursuz denecek ölçüde güzel bir hikâye anlatılıyor. Çekim açıları ve sembollerle de süslenince, ortaya üzerinden elli yıl geçse de eskimeyecek bir film çıkmış oluyor. İnanın, hem yakın tarihte olmuş bir olayı işlemek, hem bununla iligli mesajlar vermek, hem de filmin kahramanalrının hikayelerini oturtmak o kadar zor bir şey ki! Böyle bir film çekmeye çalıştığımdan dolayı demiyorum, ama tüm izlediğim 25-35 sene öcnesine ait savaş fil...
Bayağı zamandır müzikle ilgili bir şey yazmadığımı fark ettim. Aslında bu da bir yalan. Gerçeği, bir nevi " Her şeyi de yazmayıvereyim, bana kalsın sadece ben dinleyeyim" tribimden dolayı. Halen öyle yaptığım birkaç grup/müzisyen var. Onlara belki başka bir zaman değinirim. şidmi sıra aslında "80'lerin sonu, 90'ların başında doğan" gençliğin iyi bildiği bir grupta. Çoğu kişi farkında olmadna biliyor bu grubu. Neden mi? İşte açıklaması: Birkaç sene önce sürekli Dream TV, MTV gibi müzik kanallarında dönüp duran Norveçli elektropop grubu Röyksopp'un What Esle Is There? şarkısını hatırlarsınız. Hani şu çok güzel Norveçli bir ablanın havada süzüldüğü klibe sahip olan şarkı. İşte oradaki ses aslıdna İsveçli grupThe Knife'ın vokalisti Karin Dreijer'e ait. Yalnızca bu da değil, şarkıalrı birçok filmin sountrackinde de bulunuyor. Ama en güzel halini soracak olursanız ne Röyksopp'daki vokal ne de sountrackler; sahne şovları! Ka...
Le Fate Ignoranti, yani Cahil Periler Ferzan Özpetek'in yaşına göre erken gelen başyapıtı. Tabii Cahil Periler'in devamında da son derece güzel filmler çekti ama bu film, işte bu film, yani bu film... Neyse ben bir şey demiyorum siz anlayın. Aslında Freud'e bir baş kaldırış var Özpetek'in filmlerinde. Bunu Serseri Mayınlar'da da görmemiz mümkün. Hani dünyada iki temel içgüdü vardır; seks ve şiddet. Bunu dışıdnakiler de yalandır. Anlayışiına karşı çıkan filmler onunkiler. Bu isyanın, iki insanın birbirini yalnızca soylarının devamı için idtedikleri gerçeğine olan başkaldırının ele alınış biçmi de son derece ilginç bu fimlerde. Neden mi? Çünkü Le Fate Ignortani'de artık başımıza kakıla kakıla anlatıldığı gibi "aşk" denilen şeyin bedenden çok daha öte olduğunu söylüor Özpetek. Özpetek'in sinemasından şöyle böyle haberdar olup, filmlerini ve filmlerindeki karakterlerini eşcinsellik üzerinden yürüttüğünden haberdar olanlar onun bu "bed...
Enteresan filmler kuşağına hoş geldiniz. Donnie Darko vri bir filmle daha karşınızdayım efenim. Paralel evrenler arası yolculuklar yaparken bir yandan da seyircinini akfasını karıştırmayı amaçlayan bir film daha! Sevilmeyecek bir film mi? Hiç de değil. Herhalde ben bu tarz, "haydi biraz kafaları karışsın, kafaları karışınca mutlaka beğenilecek bir şey vardır diye düşünüp hayran oluyorlar filmlere" mantalitesiyle yapılmış filmleri çok izlediğimden midir, nedir bir ön yargılı yaklaşıyorum böyle filmlere. Yoksa bilimkurgu, fantastik, dram gibi ögeler içeren Mr. Nobody gerçek mânâda oldukça başarılı bir film. Belçikalı aktör Jaco Van Dormael'in müthiş kafasından çıkmış, toparlaması son derece zor, iyi toparlanabildiği için de aynı ölçüde başarılı bir film. Bu açıdan saygıyla önünde eğiliyorum Monsieur Dormael'in. Film Belçika, Fransa, Almanya, Kanada ortak yapımı. Kurgunun getirisi olan üst düzey görsel efektler zaten Belçika'daki film platolarının kaldır...