Artık rahatlıkla Tarantino'ya 'Öeh artık daha ne kadar aşacaksın kendini. Ayıptır yazıktır diğerlerine!' diyebiliriz. Diddem Erol ile ilişkisi olduğunu duyduğumdan beri aslında biraz mesafeliydim kendisine ancak o yönetmenliği, kurguyu, oyunculuğu -bir de çemçük ağzını ekleyeyim bari tam olsun- sevmemek mümkün mü? Django aslında 1966 yapımı bir kovboy filmi. Ancak karakterler o kadar sağlam ki film değil de roman olsaymış cuk otururmuş. Pazar günleri televizyonun başına geçip kovboy filmi izleme alışkanlığı olan insanlara gıpta etmekle birlikte bu tarz filmlerden çok da haz etmediğimi söylemeliyim. Ancak Tarantino bu filmi almış, evirmiş çevirmiş gene mükemmel bir şey yapmış ki o şeyin ne olduğunu bilen berigelsin. Hikaye Amerika'da, zenci ticaretinin en yoğun olduğu dönemde geçiyor. Django da zenci bir köle.Çok çok sevdiği bir karısı varmış ancak ikisini ayırıp satmışlar. Diğer kölelerle birlikte satılmak için yolda yürütüldüğü sırada aslında bir kemik t...
Türkçe'ye Tahterevallide Üç Kişi olarak çevirisi yapıldı Lunari'nin en bilindik oyunun. İzlediğimde on veya on bir yaşındaydım henüz. Annemin lise son sınıf öğrencileriyle gitmiştim. Şimdi o örenciler ne haldedirler hiçbir fikrim yok ancak benim hayatım boyunca unutamayacağım bir anımdaki davetsiz misafir olarak yer almaktalar. At gözlüğü takacak halim yoktu ya! Sahneye bakarken sağdan soldan onları da görüyordum. Ancak asıl olay sahnedeydi. O zamana kadar Tchaikovsky üçlemesini (Kuğu Gölü, Fındıkkıran, Uyuyan Güzel) görmüş, Sihirli Flüt'e, Carmina Burana' ya ve hatırlamadığım kadar tiyatroya gitmiştim. Birçoğu damağımda hoş bir tat bıraktı. Ancak bu oyun yok mu ah bu oyun? Bırakın damağımda hoş bir tat bırakmayı, bana ağız göz girişerek beş duyu organımı da köreltti. İçimde yalnızca geniş, simsiyah bir boşluk duygusu bıraktı ve beni terk etti. Luigi Lunari 1934 yılında Milano'da doğmuş. Ünlü Piccolo Tiyatrosu'nun dramatürlerinden. Tarihle de b...
Black Swan belki de günümüzün 'önündeki tek gerçek engel sensin.' mottosunu en iyi işleyen yapım. Zira insanın kendini bile bile sürüklediği durumlarda akla gelince içte bir sızlama etkisi yarattığı da aşikar. Filmlerden yola çıkıp şahsi meselelere bağlama işini çok iyi yapıyorum. Genelden özele yani. Politikacılarınkinin tam tersi yönde işliyor benim kafam. Beceremiyorum ucunu kendime dokundurmadan bir şeyler yazmayı. Bir hikaye yazarken bu normal tabi ancak film ve müzik yorumunda bazen işin ucunu kaçırdığım oluyor, doğru. Şimdi ise filmsiz, kitapsız, müziksiz; yalnızca kendim için yazıyorum. Kendi derdini anlatan bloggerları hep biraz ilgi odağı olmak isteyen, şımarık çocuklar olarak düşünmüşümdür. O nedenle zaten satır aralarına sıkıştırdım duygularımı, direkt belli etmekten utandım. Kim ne yapsın beni, değil mi? Önemli olan bir öznenin içine kendini katmak, o öznenin içinde kendi sonsuz gizli öznelerini yaratmak hem daha zor, hem daha az tatminkar. gene de mahlas...
Genel olarak hipster geleneklerinde görülen bir atılım yaparak 'Bu filmi bence pek de bilmiyorsunuz.' diyeceğim. Mainstream değil yani. Hani nereden vardım bu kanıya diyecek olursanız, günümüz Türkiye'sinin entelektüel gençliğinin ölçü birimi olarak kullanılan Sigur Ros ve Andrei Tarkovsky'nin hemen hiç bilinmeyen müziklerini ve filmlerini bilmeniz ortamdaki cakanızı arttırır. Böyle bir amacınız varsa, yumulun buraya. Ha,öyle bir amacınız yok ancak benim gibi Tarkovsky'i can-ı gönülden seviyorsanız; 'Sarılalım sıkı sıkı!' Şimdi bu film kısa bir film. ( yazıya böyle başladık bakalım sonu nasıl gelecek) Andrei ağabeyimiz, canımız ciğerimiz henüz film (vgik- SSCB'de açılan, dünyanın ilk film okulu) okulunda okurken, bunu proje olarak çekiyor. Ayrıca filmde kendisi ikinci müşteri rolünü üstleniyor. Pek göremiyoruz anlayacağınız henüz 20 yaşındaki Tarkovsky'i. 1956 yapımı bu filmi izlerken o gözümüzde hep karizmatik,her şeyi bilen, aşmış...
Djeca, İngilizce'ye Children of Sarajevo olarak geçirilmş olsa da aslında Boşnakça 'çocuklar' manasına geliyor. 12. Brüksel Akdeniz Filmleri Festivali'nin dördüncü günde gösterildi ve izleyenlerin bazılarının midesini bulandırdı. Nedeni kesinlikle içerikle ilgili değil. Aslına bakarsanız benim son derece beğendiğim ve değişik bulduğum çekim stili insanların midesini bulandıran. Doğruyu söylemek gerekirse gerçekten de biraz fazla titriyor kamera. Ancak bu şekilde Rahima'nın beynine çok daha kolay girip, orada neler olup bittiğini çok daha iyi kavrayabiliyoruz. Film anne-babaları Bosna Savaşı'nda öldürülen iki kardeşin hikayesini anlatıyor. Abla olan Rahima hayatın zorlu şartları altında ezilmiş, erkek kardeşine kol kanat germiş, çocukluğunu tabancalar arasında bırakmış, başörtülü ve son derece edilgen bir karakter. Bir restoranda ahçı olarak çalışıyor ve gerek duruşu, gerek yaptıklarıyla insanların ona karşı 'Nasıl olsa karşılık veremez. İstediğ...
2012 İtalyan/Fransız yapımı bu filmin yönetmeni Stefano Sollima. Bir 'holigan' mottosu olan 'A.C.A.B.'nin film adı olarak seçilmesi oldukça güzel olmuş. Zira film tamamen polisler/holiganlar arasında geçiyor. Verdiği mesajlar son derece açık. Senaryonun bazı yerlerinde, sonuca ulaşabilmek amacıyla zorlamalar yapılmış olsa da, film genel olarak İtalya'da yükselen faşizmi ve aslında birbirlerine her daim karşı karşıya duran holiganları ve polisleri aslında birbirlerinden ayıran şeyin yalnızca üniforma olduğunu anlatıyor. Film önceleri polislerin gözüyle verilirken, olay yavaştan yavaştan polislerin aslında karşıt oldukları insanlara ne kadar benzediklerine dönüyor. Her daim birbirlerinin paçalarını kurtarmaları, içlerindeki bitmek tükenmek bilmeyen nefret duygusu ise gerçekten 'abartılmadan' verilmiş. Sonuçta Nobel Barış Ödülü almış insanlardan söz etmiyoruz burada. Pazar günü yapılan maçlarda ve zor olaylarda görev alan çevik kuvvetlerden söz ediyo...
Beni Chuck Palahniuk'la tanıştıran eser Ölüm Pornosu. Sanırım üç saat gibi bir sürede bitirmiştim ancak öyle bir çırpıda okunup bir çırpıda unutulan eserlerin aksine bu kitabı unutmak benim için imkansız oldu. Konusunun ilginçliği de buna etken ancak Chuck Palahniuk'un o kendine has betimlemeleri, olay örgüsünü dokuma biçimi o kadar ilgimi çekti ki, beni kendisinin bir romancıda çok işlemleri kafadan yapabilen bir matematikçi olduğuna inandırmayı başardı. Neden mi matematikçi diyorum? Çünkü roman yazmak hesap işidir de ondan. Ha, öyle oturup iki artı iki eşittir dört demiyorsun tabii ki. Ancak olayları kurguluyorsun, ne yazacağını düşünüp bazı yerleri ekleyip bazı yerleri çıkarıyorsun. Eğer iyi bir biçimde kurgulamadıysan veya kurguladıklarının dışına çıktıysan 'x'in değerini bulabilmen de imkansız oluyor! Tabii roman yazmada sonuçtan olduğu kadar gidiş yolundan da puan verilir. O nedenle anlatılan hikaye ve betimlemeler, imgelemler de son derece sağlam o...
Hazır Emir Kusturica'dan başlamışken Dom za Vešanje'yi es geçmek tabii ki olmaz. Türkiye'de, özellikle de 90'ların başında bebek olmayıp da biraz büyücek olan hemen herkes tarafından izlenildiğini düşünüyorum. En olmadı, herkes Ederlezi'yi biliyordur. Emir Kusturica hakkında hiçbir fikri olmayan, filme eline kumandayı alıp kanalları zaplarken öylesine rast gelen birisi filmin başlangıcında 'Bu ne böyle ya saçma sapan.' veya 'Şaban filmi herhalde' diyebilir. Zira çoğumuzun Kusturica'yla tanışmasına vesile olan bu film, başından bize kendisinin apayrı bir çizgiye sahip olduğu imajını yaratmıyor. Zamanla anlıyorsunuz, 'Haa, demek ki onca karmaşa bu nedenleymiş.' diyorsunuz. Film kısaca, çingenelerin yaşamını konu alıyor. Başrolde ailesinden kendisine geçen kinetik güçleri olan Perhan'ımız var. Kendisi kız kardeşini iyileştirebilmek adına zengin Ahmet'in peşinden İtalya'ya gidip dilencilik/soygunculuk vs bilimum ka...
'Mixed Kebab' yazısını gördüğüm an zaten oryantalist bir film, yani batılıların bakış açısıyla harmanlanmış bir film, olduğunu anlamıştım kendisinin. Ger.ekten de Belçika yapımı, Felemenkçe bir film çıktı karşıma. Ancak bu sefer bakış açısı biraz daha farklı. Beni şaşırtan hatta rahatsız eden yönleri filmi izlemeden önce beklediğim gibi 'Türk karşıtı' değil, tam aksine Türkleri bağrına basan bir film olmasıydı. Rahatsız eden yönlerine de ileride değineceğim. Filmin yönetmeni ve senaristi Guy Lee Thys. Hani artık gerçekten normal bir film festivalinde en az iki üç tane rastladığımız gay iki erkeğin ilişkisini ve toplumla çatışmalarını anlatıyor. Yalnız izlediğim bu tarz filmlerden farklı Mixed Kebab. Yalnızca eşcinsellik ve toplumun eşcinselliği kabullenişi üzerine değil, Avrupa'da yükselen islamaphobia'ya karşı yükselişe geçen köktendinciliğin detaylarına inildiği bir film olmuş. Düşünüş açısından filmi oldukça beğendiğimi söyleyebilirim. Avrupa değ...
İzleyeli oldu Underground'u. Ancak her canım sıkıldığında belki biraz daha sıkılabilmek, belki biraz o çok sevdiğim dili ve müzikleri dinleyebilmek adına açar izlerim. İzlemeye başladığımda, belki de en kötü huyum olan (atlatabileceğime de yürekten inandığım) kitapları ve filmleri yarım bırakma huyum burada da başgösterir ve filmi bitirmeden pause düğmesine tıklayıveriririm. Aynı şeyi daha geçen gün yaptım. Ne büyük hakaret oysa ki! Hem Emir Kusturica'nın o muhteşem dehasına, hem Goran Bregoviç'in seçtiği, düzenlediği ve filme serpiştirdiği müziklerine, hem de gereğinden fazla iyi oynayan oyuncularına bir hakarettir bu, bilirim. Hata yaptığını bile bile o hatayı yapmaya devam eden insanlar gibi kendimden nefret etmeye başlıyorum, susayım en iyisi. Emir Kusturica'nın iki başyapıtı vardır aslında. Birincisi Dom Ze Vesanje ( Çingeneler Zamanı) ikincisi ise Podzemini (Underground). İkisi de birbirinden apayrı, ancak temelde birbirlerine o kadar yakınlar ki, b...