31.İstanbul Film Festivali dahilinde gittiğim ilk film "Mike" oldu. Festivalin kitapçığında C.R.A.Z.Y. filminin başrol oyuncusu Jean-Marc Valée'nin ismini gördüğüm anda filme gitmeye karar vermiştim zaten.
Lars Blumers'in ikinci uzun metrajlı filmi Mike. Öyle değişik bir hikaye, şaşırtıcı bir son bekliyorsanız, tamamen yanılıyorsunuz. Arada ciddi manada güleceğiniz ögeler içermekle birlikte Mike tam anlamıyla bir anti-kahramanın öyküsü. Hatta bu anti- kahramanlık olayı bazen öyle noktalara varıyor ki, insanın içinden filme müdahale edip olayların akışını değiştiresi bile gelebiliyor.
Mike Fransa, Almanya ve İsviçre sınırındaki bir köyde yaşayan "normal" bir gençtir. Başına ileride herhangi değişik bir olay gelmez. Tam aksine hayatı her daim daha da kötüye gider. Bunun sebebi yaşadığı trajik bir olay da değil, Mike'ın ta kendisidir. O, öyledir. Fazla zeki olmadığı, motorlara aşık olduğu ve uyumayı çok sevdiği için okuldan ayrılır. Arkadaşlarıyla vakit geçirmeye başlar. Banka soymaya kalkışır, olayları bir felakete dönüştürür. Bir kızla tanışır, ondan hoşlanır ve onu hamile bırakır. İşe başlar ama sürekli uyukladığı için işten çıkarılır.
Akıllı, hayat ona kötü sürprizler oynasa bile ona karşı göğüs germeyi bilen, aşkı uğruna her şeyi yapan, kötü adamlardan kaçarken salladığı son kurşunu kötü adamın kalbine denk getirirken kötü adamların salladığı onlarca kurşunun kahramanı teğet geçtiği bir film değil karşımızdaki. Hatta bu tür kahramanlara tepki olarak doğmuş, pasif bir protesto. Ha, bu arada filmden aşırı derecede zevk alınabiliyor mu? Sanırım "Artık şunu da becersin. Akıllı ol biraz Mike!" diye düşünürken Mike'ın yaptıklarının ve başına gelenlerin sizde uyandırdığı duygulanımlar üzerine bir fikir sahibi olabilecek kadar bile zamanınız olmayacak.
Kıssadan hisse, Mike, yiyen, uyuyan, sevişen bir mekanizma. Tıpkı biz gibi. Bizden biri gibi.
1 yorum
Gitsem mi gitmesem mi karar veremedim
Yorum Gönder