Cesur Yeni Dünya ile tanışmam, lise ikinci sınıf psikoloji dersinde olmuştu. Ütopyalar başlığı
altında tanıtılan kitapların ( George Orwell- 1984, Campanella- Güneş Ülkesi , Platon-Devlet
Thomas More-Ütopya ve Aldous Huxley- Cesur Yeni Dünya ) en ilginciydi benim için Cesur
Diğer kitaplarda tamamen belirli bir baskı vardı. Çocuk yapma, cinsellik , mülk edinme , özel
yaşamın gizliliği gibi günümüz insanı için bile son derece önemli olan konular diğer tüm
ütopyalarda farklı şekillerdeki baskılarla denetim altına alınmış, sindirilmişti. Ancak Aldous
Huxley ‘nin
yarattığı bu cesur dünyada, görünür bir baskı yok. İnsanlar henüz doğmadan zaten belli bir
denetim altında tutularak kuluçkalama merkezlerinde “yapay” olarak üretiliyor ve
Hindistandaki kast sistemi gibi bir sistem ile , alfa,beta, delta, gama, epsilon ve yarı moron
olarak tüplerde oluşturuluyorlar. Ne iş yapacakları, hayatlarında nelerle karşılaşacakları belli.
Diğer ütopyalardaki gibi cinselliğin ayıp sayılması gibi bir durum yok. Aksine insanlar “toplu
seks-poplu seks” vari şarkılarla hayatı hoşbeş edip sonrasını düşünmeden, kimseye gerçek bir
bağ gütmeden yaşıyor-pardon yaşatılıyorlar.
Gel gelelim Bokanovksy gruplarına. Birbirlerinin tıpatıp aynısı düzeinelerce insan. Kitabı
okumaya başladığımda derin bir öfke duymuştum. Nasıl yapabilirler? Etik mi? Hiç kimse
kalkıp buna itiraz etmiyor mu? Diye. Çünkü öğrencilere kuluçka merkezini gezdiren Mr.
Foster , İngiltere’deki Bokanovski gruplarından yeterince verim elde edemediklerini,
Bazı başka ülkelerde yumurtaların çok daha fazla sayıda tomurcuklanabildiğini söylüyor ve
bundan derin bir üzüntü duyuyordu. Kitabı okumaya başladığım zamanlarda bu bana son
derece acımasızca gelmişti. İnsanlar annesiz, babasız, yapayalnız. Onları “belli işleri
yapmaları için” oluşturan insanlar var ve bazı insanların yüzlerce kopyası var. Delilik!
Ancak daha ileriki sayfalarda, uykuda şartlandırılmayı, Pavlov’un köpeklere yaptıklarının
bebeklere uygulanıp onları tüketimden alıkoyan, zihinlerini ve sorgulama yetilerini geliştiren
her şeyden uzak durmalarını sağlayan eğitimleri, denetleyicilerin ; insanların yalnız
kalabilme(yani bir başına durup düşünebilme) haklarını çeşitli duyusal filmlerle, bir nevi
uyuşturucu olan somayla suistimal etmeleri , insanların hemen her türlü sorgulamaya ve
düşünmeye iten kitaplardan uzak tutulmasını okudukça neden insanların yönetime karşı
çıkmadığını, birey olma kavramının beyinlerine oluşmadığını anladım. Bu şekilde
şartlandırılan insanların böylesi bir dünyada tıpatıp benzerleri olması iyi bile sayılabilir
hatta!!
Tüplerin içinde yetişmiş, zekası ve fiziksel özellikleri ait olduğu gruba göre eksiltilmiş veya
arttırılmış, birey olduklarının farkında olmayan ve alenen yaşayan insanların bir şeyin etik
olup olmadığı hakkında bir görüşe sahip olmasını bekleyemem. Ancak günümüzde bize
verilen( elde ettiğimiz demek bence saçmalık) özgür düşünce ortamı(!!) el verdiğince insan
klonlamanın, hayata ,fiziksel özelliklere, zekaya müdahalede bulunmanın etik olup olmadığı
kavramı üzerine konuşulabilir.
Koyunlar, kuzular, tavuklar klonlanarak belki daha fazla verim elde edilebilir.( Elbette
klonlamanın bir tavuğun maliyetinden daha ucuz olduğu zamanlardan bahsediyorum) Ya
insan? Etten, kemikten, düşünebilen, duyguları olan, belki de bir ruhu olan insan? Günümüz
şartlarında klonlanan insanlara zaten gerek yok. Cesur Yeni Dünya’da ayak işlerinde
çalıştırılacak koyunlar klonluyorlar. Bizde zaten yeterince koyun-insan yok mu? Şartlar
ancak kitapta anlatılanlar gibi olursa, kimse klonlamaya sesini çıkartmaz veya klonlananların
“Vay bana sordunuz mu klonlarken?”, “ Sizin boyunduruğunuz altında yaşamak
istemiyorum.”, “ Asıl olan benim diğerleri klon” tarzı söylemlerde bulunmaları ihtimal
dahilinde bile olmazsa ancak “başarılı” olabilecek bir insan klonlama işleminden
bahsedebiliriz. Ha etik mi? Benim açımdan korkunç bir şey.Çünkü her bireyin kendine özgü
bir zekası, düşünme tarzı, sevme,sahiplenme biçmi ve kaderini belirleme hakkı vardır. İster
Milattan Sonra 2010 yılında olalım ister Ford’dan Sonra 625 yılında, hiçkimsenin ve hiçbir
gücün bireyin birey olma hakkını elinden alma hakkı yoktur.
Şu anki dünya düzeninde insanın insan olmaktan kaynaklanan hakları hemen hemen bütün
devletlerce kabul edilmiş durumda. Bunu korumak ise devletin, yani gücün görevi. Yaşama,
Barınma, Beslenme, eğitimin başlıca haklarımız olduğu yıllardan beri okul kitaplarımızda
yazar. Devletin görevi de vatandaşlarının yaşamını ve konforunu güvence altına almaktır.
Sosyal devlet anlayışı da buradan ortaya çıkmıştır diye düşünüyorum. Devlet Hastaneleri,
Aş evleri, okullar,sığıma evleri hep bu amaca hizmet ediyor. Ülkemizde her ne kadar devlet
okullarındaki imkanlar özel okullardakilerden çok çok daha kötü, devlet hastaneleri özel
hastanelere göre son derece bakımsız ve işleyişi yavaş olsa da, devletimizin; sosyal devlet
olma görevinin ilk aşamasını bir nebze yerine getirdiğini söyleyebiliriz.
“Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” sözü bence herhangi bir özgürlüğü ifade etmediği gibi
insanları, yani yarım gramlık soma almadan yalnız başına kalıp düşünebilen, iktidar,
yükselme hırsı olan , mümkün mertebede sorup sorgulayabilen “bireyleri” birbirinden ayıran
birincil faktördür. Evet, bu şekilde işleyen bir serbest piyasada ekonomi düzelebilir, rekabet
ortamı olduğu için teknoloji çok daha hızlı bir şekilde ilerleyebilir. Bu teknolojiden ,
gelişmelerden faydalanan haberi olan insan sayısı da artmış olabilir.Ancak bu “ ayranı yok
içmeye, tahtrevanla gider el yıkamaya” atasözünü de beraberinde getirmez mi?
Devletin bireylerin üzerinden “görünür” baskıyı çekmiş olması, tv , internet , wii, play station
ın başından ayrılmayan, bu uğraşları bir “zaman harcama” olarak görmediğinden bütün gün
işte çalışmaktan yemek yapmaya zaman bulamayan ve “fast food”la beslenen, televizyona
çıkan
“teen idoller “gibi giyinip taksitle veya inanılmaz faizlerle birincil,ikincil belki de üçüncül
ihtiyaçları olan şeyler alan, sonuçta zihnimize kazınan reklamlarla bizi tektipleştirip
bireysellikten çıkartan da odur. Bunun sonucunda ise, kendi eski başkanları
“George Kennedy kimdir?” sorusuna “Film yıldızıydı sanırım.” Cevabını veren
azımsanamayacak azınlıklar ortaya çıkartmaktadır. Ee hani özgürdük? O zaman ben nasıl
gittim, özgür irademle dünya üzerinde milyonlarca kişide olan bu ayakkabıya maaşımın
yarısını verdim? Burada savunduğum herhangi bir ideoloji değil. Özgür iradesiyle hareket
edebilen ve birey olduğunun bilincinde olan insanların nerede olduğunu merak ediyorum
sadece. Ben onlardan birisi değilim. Hayır, Fenny Crowne da değil. İkimizin arasında
yaşadığımız coğrafya ve yüzyıllar dışında belki de hiçbir fark yok. Fenny , birlikte
olabileceği erkekler, alabileceği şeyler, oynayacağı oyunlar, gideceği filmler konusunda son
derece özgür olduğunu düşünüyor. Devleti onu hastalıklardan koruyor, sağlık hizmeti
sunuyor, hatta psikolojik danışmanlık hizmeti bile var. Hayat ona güzel!
Oysa Bernard birey olduğunun farkında. Kuluçkada olduğu zaman yapılmış ufak bir hata
onun boyunun Delta grubuna mensup insanlarınkiyle eşit olmasına neden olmuş. Oysa ki o
bir Alfa artı! Bu nedenle kendinden aşağı seviyede olanlardan yeterince saygı görmüyor, Alfa
olanlar tarafından küçük görülüyor. Bu nedenle de yalnız, küskün ve kompleksli. Belki de
Fenny ‘nin asla ve asla tercih etmeyeceği bir durum ancak ben o koskoca dünyada Bernard ve
Helmholtz gibi birey olduğunun farkında ve bu nedenden dolayı acı çeken birisi olmayı
yeğlerim.
Kitaptaki bir diğer “insanlık dışı” diye düşündüğüm şey, bir sürü bebeğin kitap ve çiçeklerle
dolu bir odaya koyulması , bebeklerin çiçek ve kitaplarla oynanmasının istenmesi ve sonra da
odanın tabanından elektrik verilmesi. Bu olay haftalarca, yüzlerce kez tekrarlanıyor ve bu
şekilde bebeklerin hayatları boyunca çiçekler ve kitaplardan uzak durması sağlanıyor. Kulağa
korkunç geliyor değil mi? Şu anda bizim yaşadığımız hayat daki bazı olaylar da belki
bundan beş yüz yıl önce yaşamış birisine böyle geliyordur?
Kitaplar ve çiçekler... Denetçilerin, yani dünyada düzeni sağlamakla görevlendirilmiş
elçilerin, neden insanları kitaplardan uzak tutmak istediklerini az çok tahmin edebiliyoruz.
Başka hayatlar yaşamayı düşlemek, empati kurmayı öğrenmek, çoşkulanmak, sevgiyi, aşkı
öğrenmek, hayat ve gelecek hakkında sorular sormak, “Ben neyim?, Ne olacağım?” diye
sorular sormak.Denetçilerin denetleyemeyeceği,adı üstünde “denetlenemez” bilgileri elde
etmek ve daha niceleri. Peki ya çiçekler? Neden cesur yeni dünyanın düzen koruyucuları
insanları çiçeklerden uzaklaştırmak istesinler? Bunun nedenini Mr. Foster çok tatmin edici bir
şekilde açıklıyor.Çiçeklerin herhangi bir zararı olmadığı ancak yararının da olmadığını ,
insnaların boş vakitlerini geçirmek için parklara gitmesinin son derece güzel bir şey olduğunu
ancak malesef ki masrafsız olduğunu söylüyor. Bu nedenle insanların piknik yapıp doğanın
tadını çıkartmaları yerine oradaki çeşitli sporları yapmalarının her zaman tüketmeye yönelik
olan hayatları için en iyisi olduğunu ve bu nedenle insanların çiçeklerden nefret etmelerini
sağlayıp para harcamaya yönlendirildikerini belirtiyor. Oldukça ilginç bir bakışaçısı.
Gaddarca , acımasız ama başarılı.
Psikoloji dersi görmüş insanlar Pavlov’u ve köpeklerini iyi bilir. Cesur Yeni Dünya’da da
insana verilen değer, Pavlov’un köpeklerine verilen değer kadar , belki de daha da düşük
olduğu için, zaten şişelerde , yapay bir şekilde oluşturulmuş, kendisi gibi yüzlerce
Botanovsky kopyası olan minik bebeklerin elektrik şoku alıp şartlandırılmaları doğal olsa
gerek. Bugün devletin stratejisi gereği bir bankada patlatılan bir bombada kaza eseri orada
bulunan insanın ölmesi gibi bir şey değil mi bu? Hatta daha dürüstçe, çünkü aleni bir şekilde
yapılıyor. Amaç uğruna üretlien insanların şu anda amaç uğrauna ölenlerden farkı ne? Neden
bize Cesur Yeni Dünya’daki klonlama, psikolojik şartlandırma, rüyada öğretim, tüketime
alıştırma, kitaplardan yoksunluk, anne-babadan yoksunluk garip ve imkansız geliyor? Bu
olaylar sadece günümüzde yapılanların birer simgesi. İki yüzyıl önce yapılanların da...
Ütopya; gerçekleşeceği öngörülen bir düzeni ; biraz geçmiş ve günümüzden etkilenerek, biraz
da hayalgücü ve felsefe ile birleştirip oluşturma halidir. Evet, tamamen kendi tanımım ancak
yanlış olduğunu düşünmüyorum. Ütopyalara baktığımızda, cidden son derece önemli
toplumsal eleştirilerle karşılaşıyoruz. Geçmişte ne kadar özgürdük? Şimdi ne kadar özgürüz?
Bunları öngörerek iskeleti oluşturulan bir “ ütopik dünyanın” her ne kadar ilginç ve sıradışı
görünse de ileride kitaplarda geçen ütopik olayların bazılarının gerçekleşeceği kuvvetle
muhtemel. Evet, belki 1984’te bizi sürekli izleyen bir “Big Brother” ortaya çıkmadı ancak
günümzüde ülkemizin en büyük sorunlarından “özel yaşamın gizliliği”, “konuşmaların kayıt
altına alınması”,”izlenme” gibi devletin insanların özel yaşamına fütursuzca burnunu sokması
durumu George Orwell’ın biraz da abartarak öngördüğü “korku toplumu” olmaya
yaklaştığımızın kanıtı olarak gösterilemez mi?
1984 ‘deki olayların bir şekilde benzerini günümüzde yaşıyoruz ve belki de ileride bunu çok
daha net fark etmemize neden olan olaylar yaşayacağız. Cesur Yeni Dünya’da ise kendilerini
son derece özgür hisseden ve hallerinden son derece memnun olan insanlar güruhu ile karşı
karşıyayız. Dünya denetçileri de halkın hiçbir şeyi sorgulamadan tüketmesi ve onları
piramidin zirvesinde rahat bırakması için ellerinden geleni yapıyorlar. Bence son derece
tanıdık bir dünya bu. Bir Dolar’ın arkasına bakmamız yeter de artar bence. Yalnız
günümüzdeki düzen ile en büyük ayrım, devletin müdahelesinin Aldous Huxley’nin
üütopyasında açık seçik bir biçimde olmasıdır. Ülke ve yabancı dil diye bir şey yoktur.
Herkesin dili ve vatanı aynıdır. Din diye bir şey yoktur. Bu nedenle de “ruh” diye bir şeyin
varlığı söz konusu bile değildir. John ve Cesur Yeni Dünya insanlarının arasındaki en büyük
uçurum da benim açımdan “inanç”tır. Hiçbir şeye inanmamak veya tanrılara inanmak. Her
ikisi de birer eylemdir. Ancak John’un yeni keşfetmeye başladığı dünyada insanlar kendi
başlarına bir saniye olsun kalmadıkları için manevi olarak desteğe ihtiyaç duymazlar. Bu
nedenle kendi tanrılarını ya da tanrısızlıklarını yaratmaları gerekmemiştir. İlahi ayinler de
yalnızca cinselliğe yöneliktir. Bağıran çağıran ve şarkı söyleyerek çoşumlanan insanların bir
tanrısı yoktur. Ancak bir ayinde kendini kaybetmenin, kırbaçlamanın,acı çekmenin veya
“kutsalbirleşme yaşamanın” da herhangi bir inançla ilgisi yoktur zaten. İnsanın tamamen
yaşama bağlılığından kaynaklanan bir nevi taşkınlıklar olarak adlandılabiliriz bunları.Ha,
geçmişte ve günümüzde bu taşkınlıklar, dinler ,tanrılar, tekkeler, tarikatlar başlıkları adı
altına sığınmışlardır. Oysa acı çekmek, haz duymak, mutluluk yaşamak, sevinçten veya
üzüntüden ağlamak, hiçbir şey yememek vs. Durumları insanoğlunun kendi içerisinde
dizginleyemediği yaşam enerjisinden kaynaklanmaktadır.Kendini keşfetme arzusu...
Kitabı okurken, insan kendini “ Nasıl oluyor da insan yaşamını bu kadar denetim altına
alabiliyorlar? Bu hakkı onlara kim veriyor?” diye sorarken buluyor. Fenny’nin Jhon’un onu
sevip sevmediğini düşünürken bir anda dalması ve şişedeki cenine uykusuzluk aşısı yapıp
yapmadığını hatırlamaması, o ceninin yirmi iki yaşına geldiğinde, bir alfa eksinin çalışacağı
işlerde son derece umut vaat eden bir gençken bir anda ölmesine neden olacaktır. İnsan hayatı
klonlanacak, beynine oksijen götürmeyerek zeka geriletecek veya takviyelerle geliştirecek ,
fiziksel özellikleri değiştirilecek, istendiği gibi eğitim verileceki istendiği gibi davranılacak
kadar ucuz mudur? Bir el sürekli bu insanların ensesinde ve insanlar bunun farkında bile
değiller. Ne garip, kitabı okurken sürekli şaşırdığım büyüklerin küçüklerin hayatını belirleme
ve müdahale etme olgusunu çok yadırgamıştım. Peki ya bugün İran’da ne oluyor?İnsanlar
istedikleri gibi giyinebiliyorlar mı? Ya da cumhurbaşkanı ve tayfası hakkında en ufak bir
kötü söz söyleyebiliyorlar mı?Aldous Huxley’nin belki de yazmayı unuttuğu belki de “böyle
bir dünyada zaten olmaz” dediği suç işleme, adam öldürme İran’da nasıl cezalandırılıyor?
Devleti geçtim, en büyük baskı unsuru ise; aile. Kim istediği ile evlenebiliyor? İstediği gibi
bir hayat sürebiliyor? Her şey irade dışı.
Totaliter rejimlerin en büyük amacı “müdahale etmek”tir ve ne ironiktir ki bu amaç aynı
zamanda onların en büyük kusurudur. Tek bir kişi veya bir grubun halka dilediği gibi
davranabilmesi, istediği kuralı koyabilmesi, istediğinde insan haklarını hiçe saymasıdır
totaliter rejim.(Evet, yine hiçbir yere bakamdan kendi tanımımı kendim yaptım. ) Cesur Yeni
Dünya’da insanların kuzu gibi her şeye itaat etmesi ve onlara biçilen kalıpların dışına
çıkamamalarını yadsıyorken, Hitler’in Almanyası’nda Gettolara “tıkılmış” binlerce
Yahudi’nin hayatlarını filme çekmekten , acımaktan başka ne yapıyoruz? Bu durum neden
yadsınmadı? Bilmiyor muydu kimse?Güçten, kudretten mi korkuyorlardı? Şimdi insan
hakları diye bas bas bağırınırken, o zaman neden kimseden ses soluk çıkmadı? Bana
dokunmayan bin yaşasın hesabı... Mussollini İtalya’da stadyumlara insanları doldurup
katlederken ya? Irak’da öldürülenler, işkence görenler ortada. Kim ne yapıyor? Neden bir
“ütopyayı” çok koloay bir şekilde yadsıyıp ötekileştirebiliyorken hemen her gün tv de
gördüğümüz katliamları bir yandan kolamızı yudumlarken izliyoruz? En fazla facebook ya da
twitter da kınamıyor muyuz olanları? Vicdanımızı rahatlatmıyor muyuz bu şekilde?
Eğer geçmişte ve şimdide bu derece korkunç olaylar alenen, evet alenen yaşanmışsa,
gelecekte bunların bin beteri ile neden karşılaşmayacakmışız ki? Sarı saçlı mavi gözlü Alman
ırkı üstün tutulurken, neden alfa çift artıları yaratanlara canavarca bir şey yapıyorlarmış
gözüyle bakıyoruz? Ne kadar ekmek yediğimiz, nereye gittiğimiz, kimlerle konuştuğumuz,
ne giydiğimiz harfi harfine biliniyor, izleniyorken veya izlenmişken neden ütopyalardaki
dünyalar bize “bu kadarı da olmaz” dedirttiriyor? Olur , bal gibi olur. Kenan Evren’in yaptığı
neydi? 60,70,80darbeleri? Askeri cunda? Sokağa çıkılabiliyor muydu ? Dolaşılabiliyor
muydu insanlar rahatça ?Herkesin ne yaptığı ne ettiği harfi harfine kayıt altına alınmıyor
muydu?
İnsanlar hemen her koşula ayak uydururlar. Eğer cidden tüm insanlıpı birleştiebilecek bir güç
çıkıp, onları kitaptan, düşüncelerden uzak tutsa, anne-baba olgusu utanç verici bir şeydir
diye şartlandırsa ,sizi alfa , beta, delta, gama, epsilon ve yarı moron diye ayırıp yüzlerce
kopyanızı yapsa, hayır kimsenin gıkı çıkmaz. Belki de İran’da olduklarından çok daha özgür
yaşamaya başlarlar. Özgürlükten neyi kast ettiğimize bağlı tabii...
1 yorum
Kitabı henüz okumadım.Çok etkilenerek okuyan bir arkadaşımın anlatımından biliyorum.Bir kitap tanıtımından yola çıkarak dünyayı böylesine yorumlayabilişinizi hayret ve saygıyla karşılıyorum.Doğrulara ulaşmanın yolu bazen de yanlış örneklerdir.İnsanı böylesine irkilten bir örneği aslında günümüzde yaşadığımız olaylarla ilişkilendirmeniz de beni irkiltti.Verdiğiniz örnekler son derece doğru ve yerinde.Aslında kendi yaşamlarımıza dönüp bir bakmamızı yaşadığımız dünyayı sorgulamamızı sağlayan çok güzel bir yazı olduğunu düşünüyorum.Bu arada günümüzde hiç değilse anne olma hakkımız var diye sevinmeliyiz herhalde...
Yorum Gönder